Bugün, halamın Moda Küçük Salon’da sahnelenen yeni oyunu “Kapılar”ı izlemeye gittim.
(“Fazla spoiler vermemek adına şöyle izah edeyim,” diye başlayacaktım ama spoiler oldu. Siz iyisi mi okuyacaksanız oyuna gidin. Yok eğer yer bulamazsanız – çünkü küçük bir salonda ve ayda birkaç defa oynanıyor – yine de en azından hikayeyi okumuş olursunuz, fena mı olur? Neyse, an itibariyle yazıyı okuma ya da okumama kararını alabilmeniz adına size yeterince düşünme süresi kazandırdığıma göre “spoiler”lı paragrafa geçiyorum.)
Ukrayna’da geçen bir Godot hikayesi düşünün. Yine iki karakter var, yine oyun boyunca bekliyorlar. Kurtarılmayı bekliyorlar. Oyun boyunca ölü olup olmadıklarını bilmiyorlar bile. Ve oyunun sonunda farkediyorlar ki, aslında başından beri bir Plato mağarasının kapısındalarmış. Dışarıdaki ışık biraz parlak geliyor, çıkıp çıkmamaya karar veremiyorlar.
Eve geldiğimde, bir süredir alışkanlıklar üzerine yazılarını takip ettiğim zenhabits.com’u açtım ve şu başlıkla karşılaştım: “Bir Başkasının Hayatımızı Tamamlamasını İstemek” (Wanting Someone Else to Fulfill Our Lives)
Kısa özet geçeyim: “Mutluluk içimizde” diyor. Genelde bu cümleyi duyduğumuzda aklımıza ilk gelen tepki Cem Yılmazvaryen olsa da, yazar “bir şeylerin değişmesini istiyorsan kendin değişeceksin”e getiriyor lafı. Bir başkasını beklemeye gerek yok. Kendi kendimize, hemen şimdi değişebileceğimize getiriyor. Ve değişmesi gereken tek şeyin de aslında kendine ve başkalarına daha bir sevgiyle yaklaşmak olduğunu söyleyerek, bunu yapabilmenin yollarına dair birtakım önerilerde bulunuyor.
Sahi, ne az seviyoruz değil mi başkalarını? Ya kendimizi?
Kızım doğduktan sonra -gülmeyin ama- şunu düşünmüştüm: keşke herkes kendini birbirini bir annenin (veya babanın) çocuğunu sevdiği gibi sevebilse. Ne kadar karşılıksız, ne kadar sabırla, ne çok özveriyle severdik değil mi?
Sevdiğimizi göstermek için yemekler yapıp yediriyor, kutlamalar düzenliyor, hediyeler alıyor, jestler yapıyoruz. Peki sevmediklerimize karşı daha bir sabırla, daha bir şefkatle, daha az yargılayarak yaklaşabiliyor muyuz acaba? Sevmediğimiz biriyle ya da bir şeyle yan yana olmanın verdiği rahatsızlığa, bilinmeyenin güvensizliğine, korkuya ne kadar hazırız?
Bilinmeyene, korktuğumuz şeylere kucak açmaya ne kadar cesaret edebiliyoruz?
Bence daha mutlu insanlar olabilsek, bu mümkün olurdu. Belki denizyıldızı hikayesindeki gibi ağır ağır, azar azar olurdu ama hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir değil mi?
O halde dünyayı kurtarabilmek için kendimize dönelim.
Yani blog benim olduğuna göre bana. Siz arzu ederseniz benimle düşünmeye devam edebilirsiniz.
Şimdi: bütün dünyaya reva gördüğüm şefkati, sabrı, kucaklayıcılığı kendim için gösterebilmek adına ne yapabilirim?
Kendimi daha iyi sevebilmek için hangi gereksiz harcamalardan, streslerden ve alışkanlıklardan kaçınmalıyım?
Cevap: Bana değer katmayan veya bana mutluluk vermeyen HİÇBİR ŞEYİ hayatımda tutmayacağım.
Bırakacağım gitsinler.
Bu işin daha kısa, daha kolay, daha yardımedinmemetalibey bi yolu yok.
Üstelik bu işi yaparken fazladan 1 kuruş harcamayacağım.
İnsanlık adına hafifleyeceğim! (burada süper kadın emojisi hayal edelim, fonda da “datdaradaaat”)
Pazartesi dolaplardan başlarız.
Önceki yazı: İstediğin zaman denizin kenarında hiçbir şey yapmadan rahat rahat oturabilmek.
Sonraki yazı: Mutluluk verenleri seçmeye eşyalarınızdan başlayın.
[…] Sonraki yazı: – You want change? Vereceksin 300 dolar. […]
[…] Önceki yazı: – You want change? Vereceksin 400 dolar. […]